James Ritchie, İskoçya’nın Edinburgh şehrinde öğretmenlik yapıyormuş.
Kendince ilginç şeyler anlatıyormuş derste, öğrencilerin ilgisini çekmek için de uğraşıp duruyormuş ama bir türlü istediği gibi olmuyormuş.
Günler-haftalar boyu kimsede bir merak-heyecan uyandıramayınca sonunda canına tak etmiş, bırakmış dersi falan, sınıfa dönüp “E siz nelerle ilgileniyorsunuz peki yahu, neleri seviyorsunuz?” diye sormuş.
Cevap yok.
“Yani vaktinizi nasıl geçiriyorsunuz?”
Yine, sessizlik.
“Mesela tatilde ne yapıyorsunuz?”
Nihayet (ve tabii ki):
“Oynuyoruz.”
Peki deyip derse dönmek yerine “Neler oynuyorsunuz mesela?” diye sormasıyla, bir acayip kapı açılmış Ritchie’nin önünde.
Çocuklar anlattıkça o merak edip sormuş, o sordukça onlar anlatmış. Sonra bakmış olmayacak, çıkartmış kağıdı-kalemi, notlar almaya başlamış.
O gün roller değişmiş sınıfta ve bir kez olsun, herkesin ilgiyle katıldığı bir ders olmuş.
Ritchie’nin ilgisi sonraki günlerde de devam etmiş. Ders aralarında bahçeye çıkıp oyunlar seyretmiş, şarkılar, tekerlemeler dinlemiş, gördüklerini-duyduklarını kağıda geçirmiş. Sınıftaki tayfaya ait bu dünyanın büyüsüne gittikçe daha çok kaptırmış kendini.
Sonunda, birkaç arkadaşıyla birlikte bir belgesel film çekmeye karar vermişler bu dünyaya dair. Almışlar aleti-edevatı, endüstriyel gelişimin hızla değiştirdiği Edinburgh sokaklarında, 1950 yılının pırıl pırıl bir altı günü boyunca gezinmişler, çoğu kız, 60 kadar çocuğun peşinde türlü-çeşit oyun kaydedip ortaya 18 dakikalık bir kısa film çıkartmışlar.
Film Barcelona’daki bir festivalde büyük ilgi toplamış. ‘Belgesel’ türüne İngilizce’deki adını vermiş ünlü bir yönetmen, “Gördüğüm en iyi amatör filmdi” demiş, eklemiş:
“Nedeni de belli: Birileri bir şeyi çok sevmiş, anlatmış.”
İki de kitap yazmış Ritchie ileriki yıllarda. Topladığı şarkıların, oyunların yanında, Edinburgh’daki kentsel değişimin yarattığı yıkıntılarda ve karanlık köşelerde ortaya çıkan beklenmedik oyun ve macera fırsatlarını da anlatmış.
Ben bu filme YouTube’da dolanırken denk geldim ilk. Kısacık bir fragmanı vardı, aşağıya ekliyorum. İp atlayanlar, çember olmuş koşanlar, patenle yokuş aşağı kayan, saçı, kıyafeti pek tertipli bir kız, ve hep birden söylenen bir şarkı.
Çok hoşuma gitti, hiçbir şey anlamadan, büyülenmiş gibi tekrar tekrar dinledim, izledim. Videonun altındaki yorumlardan birinde sözlerin yazdığını gördüm sonra, anca o zaman fark ettim İngilizce olduğunu şarkının: Vadide yeşeren çimler, yeşiller içinde bir hanım, bir evlilik teklifi, taksiler, kekler, saat üç buçukta bir düğün… Hepsi bir arada, otuz saniyeye sığmış.
İskoç Milli Kütüphanesi paylaşmış videoyu, altında da filmin ana sayfasına bağlantı vermişler. Gittim baktım, filmin yanında, ömrümde gördüğüm en güzel tanıtım yazısıyla karşılaştım. Fragmandaki türden ‘neşeli karmaşa’lı oyun şarkılarına ve tekerlemelere dair pek temiz, pek güzel, pek de derin bir şeyler demişler. Çevirmeye çalışırken bozmaktan korkuyorum ama bir parçası şöyle (orijinaline bağlantı aşağıda):
“Kadim gelenekler, mitler, dağ ve gül, taksilerle, telefonlarla, pudra ponponlarıyla bir arada. Eski kafiyeler nadiren yok oluyor; sürekli yeni bir şeyler çıkıyor ortaya. Kimse ‘Bu ne demek ki?’ diye sormuyor. Dünya olduğu gibi kabul ediliyor ve şiir, hayatta tutuluyor. En sevilen konu: Aşk ve ölüm. Eğitim ya da eğlence için değil; oyun oynama sanatının bir parçası.”
Birkaç yıl önce, yine YouTube’da gezinirken, ünlü bir piyanistin bir başkasına methiye düzdüğü bir videoya denk gelmiştim. Rus piyanist Sviatoslav Richter için, “tekniği şöyle güçlü, yorumu böyle farklı” vb. şeyler yerine, biraz değişik, insanı da biraz çarpan bir şey diyordu Glenn Gould:
“Richter, müzikle dinleyicinin arasından çekilmeyi en iyi başaran piyanist. Sanki bir aracı yok gibi, sanki doğrudan müziğe ulaşıyor gibi insan, onun çaldıklarını dinlerken.”
Bu yukarıdaki fragman niye o kadar büyüleyici geldi, niye tekrar tekrar dinledim sıkılmadan, ve niye şarkıyı bir arkadaşıma tarif ederken “tertemiz” dedim diye düşündüğüm bir sırada, Gould’un bu dedikleri geldi işte aklıma.
Acaba insan çocukken, oyun için, sevdiği için, ne yaptığının öyle çok da farkında olmadan bir şeylere kaptırdığında kendini, daha mı doğrudan ulaşıyor sözler, şarkılar, renkler, güzellikler alemine?
Oradaki bir-iki ufak cevheri ürkütmeden yakalayabilmek için bin bir emekle ürkek-sessiz dolaşan kimi ‘sanatçı’ büyüklerin aksine, dangır dungur içeri dalıp, gördüklerini-bulduklarını koluna takıp getirip, hep birlikte, güle oynaya, o alemin sesi mi oluyor?
Doğrudan, aracısızca.
Filmin sayfası şurada (tanıtım metni de orada). Amerikalı etnomüzikolog Alan Lomax, 1951 yılında İskoçya’ya gidip Ritchie’yle tanışmış, kayıtlar yapmış; sohbetlerinden ufak bir parça şurada (hediyesi: Peggie adlı dupduru sesli bir kızdan bir tekerleme). Richter’den bir parça, şurada. Gould’la söyleşi de şurada.1
Rica kısmı: Arkadaşlar, daha sık yazayım diye heves ediyorum ama günlük hayatın yoğunluğu içinde motivasyon bulmak zor. İnsan yazdığı okununca, değer verdiği insanlarda bir yansıma bulunca mutlu oluyor. Motivasyon yolları ararken aklıma şöyle bir şey geldi: Öğrencilerin türlü konularda maddi ihtiyacı oluyor. Şu ana kadar gayrı resmi şekillerde destek olan birçok değerli arkadaşım oldu ama böyle durumlarda örneğin bir koşu yarışına katılıp onu vesile ederek bağış toplamak gibi bir yol da var. Ben de okulun bir vakfının/derneğinin bağış hesabını ayarlamaya mı çalışsam dedim. Koşmayacağım ama yazı yazmaya çalışacağım, yazı geldikçe isteyen derneğin/vakfın hesabına not düşerek, öğrenciler için kullanılmak üzere çam sakızı bağış yapacak. Bu şekilde destek toplayacak olmak da beni motive edecek.
Ne dersiniz? Bu işi yapmaya başlayabilirsem etrafınızdan ilgilenecek arkadaşlara iletir misiniz? Şimdiden teşekkürler.
Daha önce 5Harfliler’de yayınlanmış bir yazı.